Makaleler

İnsanlarda Bağlanmanın Sinirbilimi

İdeolojiler, dinler, kişiler, eşyalar, takımlar, milletler… Diğer pek çok canlı türü ve esasen hemen her memeli gibi insanlar da yaşamları boyunca birtakım şeylere bağlanırlar. Hatta bunu en yoğun ve geniş perspektifte yapabilen canlı türü olduğumuzu söyleyebiliriz. Kişileri kimi zaman olumlu kimi zamansa olumsuz etkileyen bu bağlar bizi biz yapar ve bunların bireysel kimliklerimize bürünmemizde büyük rolleri vardır.  Olumlu etkilerini gösterirken halimizden memnun olabiliriz fakat olumsuz yüzünü gördüğümüzde var olan bağın kopmasını çoğu zaman yeğleriz. Peki, kolay kolay vazgeçemediğimiz bu bağlar temelde neden vardır ve neye göre oluşurlar?

İnsanlarda bağlanmayı incelerken evrimsel ve gelişimsel süreci göz ardı etmek söz konusu dahi olamaz. Bu yüzden şu ana dek yapılan çalışmalar da bu süreçleri gözden geçirmek ve biyokimyasal yolakları izlemek üzerine yoğunlaştırılmıştır. Bu çalışmalar doğrultusunda çok uzun süredir bağlanma eyleminde dopamin ve oksitosin adlı hormonların etkisinin olduğu bilinmekte olan bir gerçektir.

Oksitosin ve Dopaminin Bağlanmadaki Rolü

Oksitosin ve dopamin özellikle insanların birbiriyle olan bağlarında rol oynar. Buna bir örnek vermek gerekirse anne ve bebek arasındaki bağ ilk akla gelenlerden biridir. Oksitosin, beynimizin korku, öfke, saldırganlık, stres gibi durumlarını yöneten merkezi olan amigdalayı etkileyerek korku ve stresi bastırır. Sarılma, öpüşme gibi temas durumlarında oksitosinin kandaki seviyesi artmaktadır. Bebeği okşamak, ona sarılmak gibi davranışlar bebekte olumlu etki yaratır ve emzirmeyi kolaylaştırdığı gibi anne ve bebek arasındaki bağı da bir hayli güçlendirmektedir. Oksitosin tabii ki sadece bebeklerde veya annelerde salgılanmaz. Bu temassal durumlar yetişkinlerde de benzer etkileri yaratmakta ve kişiler arasında bağ kurulmasını ya da hali hazırda kurulu olan bağların güçlenmesini sağlar. Ancak anne ve bebek arasındaki bağ o kadar önemlidir ki; kişinin ilerleyen dönemlerdeki bağlanmaları, çocukların erken hassas dönemde anne ile kurduğu bağ esnasında ortaya çıkan temel sistemleri kullanır. Hatta bebeklerin ilk 12-18 aylık, büyüdüklerinde genellikle hatırlamadıkları dönemin dahi insan ilişkilerinde büyük etkisi olduğu düşünülmektedir. Bu iddia ortaya atılmadan önce dolap teorisi de denilen, çocuğun anneye bağlanma sebebini, annenin çocuğun besin ihtiyacını karşılıyor oluşu olarak gören psikoanalitik kuram kabul görüyordu. Ancak zamanla John Bowlby bu kuramın eksikliklerini fark ederek az önce bahsettiğimiz erken hassas dönemdeki bağlanmaların sonuçlarını da içeren bağlanma kuramını geliştirdi. Sigmund Freud psikoseksüel gelişim teorisi, Erik Erikson ise psikososyal gelişim kuramı ile bu olguyu desteklemiştir.

Bağlanacağımız Kişiyi Gerçekten Biz mi Seçiyoruz?

İnsanlar sosyal canlılar dolayısıyla insan beyni de sosyal bir organdır. Toplum içinde yaşayan biz insanlar için, bağlanmanın bir tür ihtiyaç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak insanlar ihtiyaçtan öte zorunda hissettikleri için de kişilere bağlanabilirler. Bu durumu bugün Stockholm Sendromu adıyla biliyoruz. Stockholm Sendromu adını 1973’te İsveç’te Jan-Erik Olsson isimli şahsın bir bankaya yaptığı silahlı saldırıdan almaktadır. Birçok müşteri ve görevli dışarı kaçarken, Olsson dört müşteriyi rehin almıştır. Polisin bankayı kuşatması tam altı gün sürer ve altıncı gün sonunda içeri giren polis soygunculara silahlarını attırarak teslim olmalarını söyler ancak o esnada rehineler soyguncular için kendilerini siper etmişlerdir. Hatta soyguncular tutuklandıktan sonra rehinelerden Elizabeth Smart’ın kaçma şansı olduğu halde kaçmadığı haberi gelmiştir ve mahkemede de rehinelerin soyguncular aleyhinde ifade vermekten kaçındığı görülmüştür.

Bu olay sonrası Psikolog Nils Bejerot, Stockholm sendromuna adını vermiştir ve pek çok farklı olayda bu tanı konulmuştur. Sendrom rehinenin kendisini rehin alan kişiyle arasında oluşan duygusal sempati olarak tanımlanmıştır. Bir tür hayatta kalmak için bağlanmadır da diyebiliriz. Üstelik bu durum sadece insanlarda görülmez. Sürüngenlerde, diğer memelilerde ve özellikle şempanzelerde de gözlemlenmiştir. Dolayısıyla evrimsel bulgu niteliği de taşımaktadır. Peki, bu canlılar neden kendileri için zararlı olabilecek bireylere bağlanırlar? Bu konuda birden fazla görüş bulunmaktadır. Kendisi için tehdit olan bireye karşı olumlu duygular geliştirmek kişinin bir tür travmadan kaçış yolu olduğu düşüncesi bunlardan biridir.  Bunun temelindeyse mağdur durumda olan kişinin kendileri için tehdit oluşturan bireyin bakış açısını benimsemenin yatıyor olduğu düşünülmektedir. Bu da içinde bulundukları durumu kurban açısından bir hayli meşru kılmaktadır. İnsan beyninin böyle travmatik olaylarda verdiği tepkiler sıra dışı olabilmektedir. Mağdur kişi için ne savaşma ne kaçma ihtimali kaldığından stresten ve travmadan beynin kendini koruma güdüsü olarak düşünülebilir.

Bütün bunların dışında insanların canlılardan farklı şeylere de bağlanabildiklerini biliyoruz. Hem de elle tutup, gözle göremedikleri şeylere bile. Kimi zaman fikirlerini şekillendiren ideolojilere, kimi zaman metafiziksel ögeler içeren tanrılara, dinlere, spor takımlarına, siyasal partilere ve daha pek çok şeye. Bu bağlanmalar o kadar güçlü olabiliyor ki kimi insanlar hayatlarını bunlara yönelik şekillendiriyor. Peki, bu soyut kavramlara nasıl ve neden bu kadar anlam yükleyip, onlarla güçlü bağlanmalar oluşturabiliyoruz?

Bağlanmanın Altında Yatan Etkenler

Tahmin edeceğiniz üzere böyle içerisinde pek çok etken bulunduran bağlanma çeşitlerini tek bir sebeple ya da amaçla açıklayamıyoruz fakat genel bir ifadeyle şimdiye dek yapılan araştırmaların, bu bağlanmaların ve özellikle de ideolojik yönelimlerin insanların motivasyonları üzerinde çok büyük etkisi olduğunu gösterdiğini söyleyebiliriz. Psikologlar genelde ideolojilerin insanlar üzerindeki motivasyonel gücünü açıklarken, belirsizliğin ortadan kalkması durumunu işaret ederler. Yani ideolojiler belirsizlik altında çıkar ve bu belirsizliği yok etmek için ortaya atılan düşünceler bütünüdür. Belirsizliğin ortadan kalkmasının ise insanlar üzerine motivasyonel gücü vardır.

2011’de New York Üniversitesi’nden John T. Jost ve David M. Amodio’nun yaptığı bir çalışmaya göre politik ve dini ideolojiler aynı zamanda varoluşsal bir güvenlik, kesinlik ve dayanışma sağladığı için de motivasyoneldir. Ancak ideolojilerin motivasyonel kuvveti de yönelimi de birbirinden farklı olabilir. Örneğin az önce kesinlik ve güvenlikten söz ettik. Bu iki kavram muhafazakarlık yani sağa yönelimle pozitif olarak ilişkilendirilirken, liberalizmle -ülkeler arasında değişiklik gösterse de yapılan çalışmada sola yönelim başlığı altında konumlanan ideoloji-  negatif olarak ilişkilendirilmektedir. Bütün bunların yanında bu iki yönelimin beynin bazı bölgelerinde hacimsel farklılık yarattığı da gözlemlenmiştir. Bu bölgelerden biri ön singulat korteks, diğeri ise amigdaladır.

Bağlanmada Etkili Beyin Bölgeleri

Ön singulat korteks, serebral korteksin orta bölümünde korpus kallozumun hemen üstünde bulunan duygusal davranışları düzenleyen, çatışma izlemekle ilişkilendirilen kortekstir. Amigdala ise beynin iki tarafındaki temporal lobların ortasındaki korteksin altında bulunan ve korku, heyecan ve buna bağlı olarak saldırganlıkla da ilişkilendirilen, tehditlere karşı fizyolojik ve davranışsal tepkilerin merkezidir. Bu araştırmada daha büyük sağ amigdala hacmi daha fazla konservatizm yani muhafazakarlıkla, daha büyük ön singulat korteks hacmi ise daha fazla liberalizmle bağdaştırıldı. Dolayısıyla bu nöroanatomik kanıt politik ideolojilerin belirsizlik ve tehdide yönelik temel nörobilişsel yönelimlere bağlı olduğu kanısını desteklemektedir.

İnsanlara motivasyon ve dayanışma hissiyatı sağlayan tek şey ideolojiler değildir. Herhangi bir dine mensup olmak ya da bir yaratıcı varlığına inanmak da insanlar üzerinde benzer etkileri oluşturmaktadır. Yapılan araştırmalar özellikle dini ritüellerin insanlara keyif verdiğini ve insanlar arasında yakınlık kurulduğunda salgılanan dopamin, serotonin ve oksitosin kimyasallarının seviyesinin arttığını gösteriyor. Bu tarz mistik deneyimlerin, duyu nöronlarından gelen çeşitli sinyallerin yorumlanmasından sorumlu olan parietal loblarla, özellikle de sağ perietal lobla ilişkili olduğu düşünülmektedir.  Ayrıca fazla dindar insanlarda, beynin dini değerlerle özdeşleştirilmiş bölgesi olan prefrontal korteksin etkinliğinin daha fazla olduğu görülmüştür. Bu bölgenin dini değerlerle özdeşleşme sebebinin ise insanların zihin okuma güdülerinden temel aldığını ve bu güdünün fazla kullanımı sonucu metafiziksel bir yaratıcının dahi duygu, düşünce ve cezalandırma isteğini tahmin ederek ortaya çıkarabildikleri gibi görüşler mevcuttur. Aynı zamanda temporal lobların, paranormal olaylar yaşayan insanlarda etkinlinliğinin artışı sonucu dini ögeler bu loblarla da ilişkilendirilmektedir.

Fanatiklik!

Hepimizin bildiği gibi tüm bunların dışında bizzat spor yapmasa da spor dallarının ya da takımlarının fanatikleri mevcuttur. Bunu da bir tür bağlanma olarak ele alabiliriz. Çünkü fanatikliğin sinirbiliminde de diğer bağlanmalarla benzer etkiler görülmektedir. Sporcularda da, taraftarlarda da oyun esnasında adrenalin dışında dopamin ve oksitosin salgılanması bu benzerliklerden biridir. Ancak bu kimyasallar dışında galibiyet esnasında taraftarlarda, sadece erkeklikle değil benlik saygısı ile de ilişkili olan testosteronun da salgılandığı ve beynin ödül bazlı karar mekanizmasını yöneten ventral striatumda aktivitenin arttığı gözlemlenmiştir. Ayrıca bütün bunların yanında spor fanatikliğinde empatinin de büyük etkisi vardır. Çalışmalar bu durumdan, maruz kaldığı hareketlere karşı onları taklit etme yeteneğine sahip olan ayna nöronların sorumlu olduğunu göstermektedir. Oyun alanındaki sporcularla ve diğer taraftarlarla aynı hisleri vekaleten yaşamamız tam da bu nöronlar sayesinde olmaktadır.

Bahsettiğimiz üzere insanlar pek çok farklı şeyler, benzer yollarla bağ kurabiliyorlar ancak bunlar gündelik hayatta üzerinde durmadığımız kadar basit değil, aksine fazlasıyla karmaşık ve iç içe geçmiş mekanizmalardır. Her birinin bireysel gelişim ve kimliklerimizde ayrı ayrı önem teşkil ettiğini hatırlatarak, sözünü ettiğimiz çalışma ve bulguların bütün bu bağlanmaların çok küçük bir kısmı olduğunu belirtmek isterim. Bu konuda yapılacak olan her çalışma insan zihnine ve doğasına mutlaka ışık tutacaktır ve insanı, insan beynini anlamamız yolunda bize önemli yollar kat ettirecektir.

Hazırlayan: Beyza Yavuzcan

Kaynaklar
https://www.researchgate.net/publication/257623836_Political_ideology_as_motivated_social_cognition_Behavioral_and_neuroscientific_evidence
https://www.researchgate.net/profile/James_Coan/publication/230669685_Toward_a_Neuroscience_of_Attachment/links/0fcfd502d39a581d8e000000.pdf
https://www.researchgate.net/publication/299206219_Probable_cognitive_and_neurobiological_mechanisms_of_religious_and_mystic_experiences
https://www.researchgate.net/publication/233521257_The_Religious_Brain_A_General_Introduction_to_the_Experimental_Neuroscience_of_Religion

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/3193352

E. Fuller Torrey. 2018. Evolving Brains, Emerging Gods

http://nautil.us/issue/39/sport/the-unique-neurology-of-the-sports-fans-brain
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/25455743

Beyza Yavuzcan

İstanbul Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik birinci sınıf öğrencisiyim. Araştırma yapmak, yeni şeyler öğrenmek, okumak hep en büyük tutkularımdan olmuştur. Elimden geldiğince sinirbilim hakkında araştırmaya, okumaya, üstüne düşmeye çalıştım. Yüksek lisans eğitimime moleküler biyoloji ve genetik, doktora eğitimime ise sinirbilimle devam etmeyi çok istiyorum. Bir taraftan da keman çalıyorum, o da en büyük ikinci tutkum diyebilirim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir